Klinik Psikolog Melike Ekizler

Freud’un travma kuramı, özellikle “Ani ve beklenmedik bir tehdit karşısında hissedilen yoğun korku” (“Schreck”) ve “Tekrarlama Zorlantısı” (“Wiederholungszwang”) üzerinden şekillenir. Freud, “Travma Sonrası Nevroz Üzerine” (1895) ve “Haz İlkesinin Ötesinde” (1920) metinlerinde, travmayı, öznenin zihinsel savunmalarını aşan ani ve beklenmedik bir uyarım fazlalığı olarak tanımlar. Bu fazla uyarım, bilinçdışı tarafından işlenemez ve sembolize edilemez hale gelir. Freud’un örneğinde, savaş nevrozlarında olduğu gibi, kişi yaşadığı travmatik deneyimi doğrudan hatırlayamaz, ancak rüya, semptom veya tekrar eden davranışlar yoluyla bilinçdışında bu olayın izlerini taşır.

Rüyalar, psikanalizden çok önce de insanların ilgisini çeken ve üzerine düşünülen bir konu olmuştur. Tarih boyunca insanlar rüyalarının anlam taşıdığına inanmışlardır. Aristoteles, MÖ 4. yy'da, Rüyalar Üzerine (De Divinatione per Somnum) adlı eserinde, rüyaların doğaüstü mesajlar değil, duyusal deneyimlerin bir devamı olduğunu savunur. Ona göre rüyalar, insan zihninin uyku sırasında bile çalışmaya devam ettiğinin bir göstergesidir. Platon, Devlet (Politeia) adlı eserinde, rüyaların ruhun farklı yönlerini ortaya çıkarabileceğini tartışır. Bireyin iç dünyasındaki ahlaki ve ruhsal dengeyi anlamak açısından önemli ipuçları taşıdığını savunur.

Konuşma ile gerçekleşen gerçekten bir “tedavi” var mı? Lacan, konuşan varlık anlamına gelen parlêtre kelimesini ortaya attı. Konuşan varlıklar olmaktan dolayı acı çekeriz ve tuhaf bir şekilde, konuşmak bu acıdan bir çıkış yolu ya da en azından daha katlanılabilir bir hale geçiş de olabilir. Psikanalitik psikoterapilerde konuşma, yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda dönüşümün ve keşfin temel dinamiğidir. Freud’un geliştirdiği serbest çağrışım yöntemi, hastaların bilinçdışına erişimini sağlamak ve bastırılmış malzemenin ortaya çıkmasına imkân tanımak için konuşmayı merkeze alır. Freud, "Bilinçdışına giden yol, bilinçli ifadelerden geçer." derken, konuşmanın iyileştirici gücüne işaret eder. Ona göre, bastırılmış anılar ve çatışmalar, dile getirildiğinde ve anlamlandırıldığında semptomatik ifadesini kaybedebilir. Lacan, dilin psikanaliz açısından merkezi rolüne vurgu yaparak "Bilinçdışı, bir dil gibi yapılanmıştır." ifadesiyle konuşmanın yapısal önemini ortaya koyar. Lacan’a göre, kişi kendi öznel gerçeğini ve kimliğini dil aracılığıyla kurar; bu nedenle analiz sürecinde söylenen her kelime, anlamın inşasında belirleyici bir rol oynar. Konuşma, yalnızca geçmişin izlerini sürmek için değil, aynı zamanda öznenin kendisini yeni bir anlam çerçevesinde yeniden kurması için de bir araçtır. Lacan ayrıca, "Özne, Öteki’nin söylemiyle kurulur." diyerek, öznenin dil içindeki konumunun ve Öteki’nin sözleriyle şekillenmesinin altını çizer. Konuşma süreci, öznenin kendi söylemindeki boşlukları fark etmesini ve bilinçdışının izlerini sürmesini sağlar. Lacan’ın "Freud’un Teknik Yazıları Üzerine" adlı 1. seminerinde Freud’un "öznenin yeniden inşası" kavramına yaptığı vurgu da bu bağlamda değerlidir. Aynı seminerin ilk bölümünde Lacan, tarihselleştirme kavramını da ele alır ve analiz sürecinin, öznenin kendi geçmişini yalnızca hatırlamakla kalmayıp ona yeni bir anlam kazandırarak tarihselleştirdiği bir süreç olduğunu vurgular. Ve şöyle ekler; “Tarih, geçmiş değildir. Tarih, şimdiki zamanda tarihselleştirildiği sürece geçmiştir – şimdiki zamanda tarihselleşmiş çünkü geçmişte yaşanmıştır.” Lacan’a göre tarih, yaşanan olaya nereden ve nasıl baktığınla ilgilidir. Lacan’a göre, analiz öznenin kendi yaşam öyküsünü farklı bir bağlamda yeniden kurmasını sağlar ve bu yeniden inşa, geçmişin yalnızca bir tekrarından ibaret değildir, aksine anlamın dönüşümünü de içerir. Lacan’a göre, analiz sürecinde öznenin geçmişi yalnızca hatırlanmaz, aynı zamanda yeniden yapılandırılır. Kişi, konuşma aracılığıyla kendisini baştan inşa ederken, bilinçdışındaki belirleyicilerin etkisini fark eder ve yeni bir anlam çerçevesinde öznel bütünlüğünü oluşturur. Bu süreç, yalnızca bilinçdışının izlerini sürmekle kalmaz, aynı zamanda öznenin kendi hikâyesini farklı bir bağlamda yeniden yazmasına olanak tanır. Psikanalitik terapide konuşma, yalnızca bilgi aktarmak ya da bilinçli bir düşünceyi paylaşmak değil, bilinçdışının izlerini takip etmek, kayıp anlamları keşfetmek ve kişinin kendi söylemi içinde saklı kalmış dinamikleri açığa çıkarmaktır. Freud’un "Konuşmadığımız şeyleri bedenimiz semptom olarak konuşur" sözü, dile gelmemiş çatışmaların semptomlarla ifade bulduğunu gösterir. Bu yüzden analist, hastanın konuşmasını teşvik ederek, O’nu kendi söyleminin içinde bir yolculuğa çıkmaya davet eder. Bu bağlamda, psikanalitik terapi sürecinde konuşma, yalnızca sözel bir etkinlik değil, kişinin kendi geçmişini yeniden yazma, bilinçdışını anlamlandırma ve dönüşüm sürecine girmesi için vazgeçilmez bir araç olarak görülmelidir.

“İnsanlar çoğunlukla neden bir analiste başvururlar? Çünkü bir düzeyde acı çekiyorlardır. Analistten acılarını dindirmesini talep ederler. Ancak analist, müdahale etmeye başladığı anda, Freud’un bir asır önce yaptığı keşifle karşı karşıya kalır; yani özne, semptomun kendisine sağladığı libidinal doyum nedeniyle tedaviye direnir.